5 Mart 2010 Cuma

The Damned United


Spor filmleri yapmak zordur. Hollywood liderliğinde amerikan futbolu ve basketbol filmleri daha revaçtatır, daha başarılıdır. Belki 1981 yapımı Victory - Zafere Kaçış istinadır bu duruma. Ama 2005 yapımı Goal ve devam filmi sanırım bu bakışı doğrular nitelikte örneklerdir.

Çözümü okyanusun bu tarafında bulabiliriz. İngilizler, futbol filmlerini saha içinden, aksiyondan, karakterlere, iç hesaplaşmalara çevirerek farklı bir açıdan futbol filmlerinde başarıyı yakalarlar.

2009 "The Damned United" da bunun gayet başarılı örneklerinden biri. İngiliz sinemasının yükselen değeri Martin Sheen'in başrolünü üstlendiği film, BBC yapımcılığıyla 1968de başlayıp 1974te biten bir futbol hikayesi. Şanlı dönemini yaşayan Leeds United'in teknik direktör değiştirdikten sonra İngiltere'nin efsane hocalarından Brian Clough'un klubün başında geçirdiği 44 günü anlatıyor film.

Özellikle dönemin havasını, atmosferini yakalamakta çok başarılı film. Soyunma odası ve maç öncesi muhabbetlerini ve stresini de ekrana çok iyi taşımışlar.

Ülkemizde vizyona girmeyen 2009 yapımı filmin Türkçe altyazılı DVDsini bulmak mümkün. 98 dakikalık, akıcı, İngiliz mizahı ile sarılmış bir futbol hikayesi. Kesinlikle tavsiye ederim.

Brian Clough: I wouldn't say I was the best manager in the country. But I'm in the top one.


4 Mart 2010 Perşembe

Helal olsun Baki

Yıl 2007, Çınarcık’taki Club Kio’da bir Cumartesi gecesiydi. Artık mekân boşalmaya yüz tutmuş, hesap ödenmesi ardından sahil piyasasına inip bir şeyler atıştırma vakitleri gelmişti. Tabi ki alkol almışım, kafam güzel. Dazlak, uzun-ince, gözüme tanıdık gelen bir sima merdivenlerden aşağı indi ve tuvalete girdi. Bir anlık tereddütten sonra tanımıştım. Türkiye Kupası’nı üst üste 24. Defa kazanamamamızın en önde gelen mimarlarından biri: Baki Mercimek. Fanatik FB’li Emrah arkadaşıma koşup, “gel” dedim “baki’yi dövücez”

“Hangi Baki olm?” dedi.

“Türkiye Kupası’nı almamızı engelleyen Baki” diye cevap verdiğimde, Emrah’ın suratındaki gülümseyen ifadenin nasıl bir nefrete dönüştüğünü hala unutamam.

Beraber Club’ın çıkış kapısının önünde durduk. “Acaba Emrah’ı çağırmaya gittiğim sırada herif çıkmış mıdır?” diye tasalanırken, görünüverdi. Tetikçim Emrah yanımda, gazı aldım;

“Helal olsun sana, 23 yaşındayım, senin ve Selçuk Dereli’nin yüzünden daha Türkiye Kupası görmedim. Rahat uyuyor musun geceleri Tuncay’a yaptıklarından sonra?” diye isyan ettim. Baki’nin suratındaki tedirgin ifadeyi gördüğümde, cevap vermesini beklemeden omzuna şöyle arkadaşça vurup sıcak bir gülümsemeyle;

“Helal olsun sana harbiden, bir sene daha göremedik Türkiye Kupası’nı” dedim. Rahatlayan Baki:

“Ben Tuncay’dan helallik aldım, vicdanım rahat” dedi, ve gülümseyerek ekledi “Senden de özür dilerim”.

Bir iki muhabbetten sonra mekândan ayrıldı Baki. Bu sırada benim başından beri tamamen geyik ve eğlence amaçlı giriştiğim bu hareketi Emrah’ın ne kadar ciddiye aldığını, değişmeyen surat ifadesi ve Baki'nin arkasından “Bizim hakkımız ne olacak lan, ben hakkımı helal etmiyorum, s.keyim Tuncay’ın helalliğini” isyanıyla anladım. Konuştuğum sırada ters bir hareket yapsa Baki, kavga çıkması işten bile değilmiş, ucuz atlatmışız, o an fark ettim.

Daha sonradan aldığım duyumlara göre; Baki, bir arkadaşı ve 3-4 kızla beraber, senelerdir Çınarcık’ta yazlığı olan babasına hediye aldığı “BKM” plakalı s320’ye binip, uzaklaşmış mekandan.

Ezeli rekabet

"Fenerbahçe ile anlaştım ve anlaşmayı resmileştirmek için başkan Metin Âşık’la noter’e doğru yola çıktık. Yolda Türk danışmanlarımdan biri 'Noter Galatasaraylı olsun, herhangi bir aksaklıkta haklarınızı iyi savunsun' dedi. Ezeli rekabetle ilk böyle tanıştım."

Zevkadam

Bir çok futbolsever için Inter ve Milan’ın ortak olarak kullandığı, San Siro da denen stadın Inter’li ismi, Guiseppe Meazza. Bu ismin, futbolun dünya çapındaki ilk şöhretlerinden biri, Inter ve İtalya’nın efsane futbolcusuna ait olduğunu pek az kişi biliyor.

Eski takım arkadaşı Conti tarafından, gencecik yaşında Inter’de forma giymesi üzerine, o zamalarda 8-14 yaşındaki çocukları toplayan bir faşist geçlik organizasyonu olan Ulusal Balila Operası’ndan esinlenerek “il Balila” ismi takılan, “artık çocuk bahçesinden de transfer yapıyoruz” diye eleştirilen Guiseppe Peppino Maezza, ilk forma giydiği karşılaşmada duble yaparak Conti’ye söyleyecek söz bırakmamıştır. İlk sezonunda attığı 34 golle gol kralı olmuş ve kırdığı “ilk sezon gol sayısı” rekorunun hala yanına yaklaşılamamıştır.

Pek çok zaman arkadaşları antrenmanı tamamladığında daha yataktan yeni kalkıyor olan yıldız, ayrıca kendine ait sponsoru olmuş olan da ilk futbolcudur. Genelevlerine, şampanyasına ve kadınlarına hep düşkün olmuştur. Maç başlamadan 5 dakika önce stada gelmesiyle, bazen takımının belli süre 10 kişi oynamasına neden olmasıyla ve akşamdan kalma görüntüsüyle hatırlanır.

Sırtı dönük oyunuyla, ölü yaprak vuruş tekniğiyle, olağanüstü driplingleriyle ve arkadaşlarına gol şansı sağlayan paslarıyla gelmiş geçmiş en iyi forvetlerden biri olarak kabul edilir. İmzası sayılan gol şekli ise; topu orta alanda alıp seri halinde parmak ucu çalımları ve dönüşleriyle kale önüne gelip durduğu ve bir matador edasıyla kendine saldırması için kaleciyi davet ettiği ve vurur gibi yaparak kalecinin yanından geçip golle sonuçlandırdığıdır. Defans oyuncularını ve kalecileri hareketleriyle aşağılamayı gelenek haline getirmiştir. Çoğunlukla deplasmanda aşağılanmaktan sakınmak isteyen savunma oyuncularının çok sert müdahalelerine maruz kalmıştır.

Brezilya-İsveç arasındaki 1958 Dünya Kupası finalini izlerken yorumculardan birinin daha önce kimsenin Pele kadar iyi bir oyuncu görmediğini söylemesinin ardından, Franco Rossi bunun doğru olmadığını, Maezza’nın daha iyi olduğunu haykırmıştır. Başka bir çok futbol adamı da O’nun için övgü dolu sözler söylemiştir.

Vittorio Pozzo, İtalya’nın 2 Dünya Kupası kaldırmasında büyük pay sahibi olan efsanevi teknik direktör: "He was a born forward. He saw the game, understood the situation, distributed the ball carefully and made the team offense operate. Having him on the team was like starting the game 1-0 up."

Gianni Brera "He was only Italian that stood out amongst the sensational Brazilians and Argentines"

Inter’in bütün muhtemel kupaları kaldırdığı 1963 senesinde başkan yardımcılığı yapmış olan Peppino Prisco: "Meazza was great, unbeatable, even if he would occasionally run into a frightful crisis, caused by his intense sexual activity and his passion for the game. When he took over on the field, he did things that left the mouth ajar."

Milanda Maezza’yla beraber oynayan ve daha sonra bu takımı çalıştıran Bruno Acari IV: "Peppino never wanted to hear about tactics. He was a simple person who became a king when he entered the goal box, with a technical ability that was comparable to Pelé"

Günümüz futbol kültürünün ve getirdiği profesyonel futbolculuk anlayışının tam tersine futbol için hiçbir zevkinden ödün vermeyen bu aykırı adamı anlatmayı yine kendisinin aşağılama ve espri kokan bir sözüyle bitirelim.

Guiseppe Meazza: "There is nothing worse than having a penalty kick saved by a keeper who didn't understand the fake."

Kaynak: wikipedia

2 Mart 2010 Salı

Ronaldinho yetmez Adriano'yu da getirin


Şu dünyada devir hep değişiyor. Gün olur devran döner sözü hep geçerliliğini koruyor.

Yıllardır Adriano ile Ronaldinho'yu Fenerbahçe'ye getirmeye çalışan Türk basını son yıllardaki Fenerbahçe transferleri ardından umudu kesti ki dikkatini Galatasaray'a yönlendirdi.

Valla ne yalan söyleyeyim, kulüp direkt bu haberi yalanlasa da haber çok hoşuma gitti. Bu yazışlar gösteriyor ki Galatasaray Canaydın döneminin yaşattığı travmayı atlatmak üzeredir. Çok değil 3-4 sene önce transferin bittiği 31 Ağustos'a kadar alelade bir ön libero transferini gözleyip sonra da Inamoto ile yetinen Galatasaray taraftarı gazeteyi açtığında artık Ronaldinho yazışını görmektedir ve buna inanmaktadır. "Paranız yok nasıl transfer yapacaksınız, siz önce kendi oyuncunuzun alacaklarını ödeyin," laflarından bunalan bu taraftar artık transfer döneminde göğsünü gere gere dolaşmaktadır.

Bu arada Adriano da Avrupa'ya dönmek istiyormuş ki Türk basınına göre Galatasaray onun için rahat bir yuva olacaktır. Bu haberlerinin yazılması an meselesi olmalı.( Bir zamanlar Pires transferinde olduğu gibi)

Mirko Vucinic


Bir adam sürekli güzel gol atar, hiç beleş gol atmaz mı yahu? Vucinic şu futbol piyasasındaki en underrated adamlardan birisidir ve Henry'den beri ileri uçta oynayıp yumuşak stili ile göze hoş gelen nadir adamlardandır.

Sene sonu daha büyük hedefleri oan bir takıma gider artık.

27 Şubat 2010 Cumartesi

Dwight Yorke


Would I give up the women and nights out for another year at United? Would that make me happy? Would that make me the person I am today? I’m not so sure.

Dwight Yorke dobra dobra konuşmuş. Sergen üslubunun tam tersi açıklamalar yapmış.

Hakemliğin kara çağı


2000lerin başında Avrupa'da hakemlik altın çağını yaşıyordu. Hem Galatasaray'ın Avrupa maçları, hem de Milli Takım'ın üst üste iki turnuvada çeyrek ve yarı final oynamasıyla o zamanın önemli hakemleri futbolcular kadar ünlü olmuştu. Pierluigi Collina, Markus Merk, Anders Frisk, Kim Milton Nielsen, Urs Meier, Vitor Manuel Melo Perreira gibi adamları UEFA herhangi bir maça atayıp gözü kapalı güveniyordu.

O zamandan sonra bu isimler yaş haddinden emekli oldu, hep en iyi hakemlerin çıktığı İtalya'da Calciopoli skandalı patlak verdi. Şu an gelinen noktada Şampiyonlar Ligi
2. turunun üç maçında çok fahiş hakem hataları oldu ve bu hatalar sonuca direkt etki etti. Eskisi her maçın altından kalkar diyebileceğim bir hapishane gardiyanı kılıklı Howard Webb var, o da İngilterede kuralların daha değişik yorumlanması nedeniyle Avrupa çapında çok güçlü değil.

Bu hakem kısırlığına nasıl çözüm bulunur belli değil. Fakat Fransa-İrlanda maçında yaşananlar gibi olaylar olunca haksızlığa ekran başındaki tarafsız seyirci de isyan ediyor ve futbolun tadı kaçıyor.

Turnusol Kağıdı


Altyapıdan çıkan oyuncular 21-22 yaşına geldiğinde halen kendini kabul ettirememişse kulüpler kendine turnusol kağıdı vazifesi görecek soruyu sormalı. Bu adam başka kulüpte oynasa dikkatimizi çeker, transfer etmek ister miydik?

Geçen sene yetersiz olduğunu bağıra bağıra gösteren Mehmet Güven sürekli şans buluyor ve onu sahada gören Galatasaray seyircisinin her seferinde asabı bozuluyordu. Uğur Uçar'ın son iki maçtaki performansını görünce aklıma Mehmet Güven mevzusu geldi.

"Camianın çocuğu, gözünü bu kulüpte açtı" gibi tabirlerle desteklenen, gençlere de şans verelim mantığıyla oynatılan bu adamlar takımda kalıcı olamayacağı yüzde yüz görülse bile şans bulamamalı. Büyük takımlar yetiştirme yurdu değil. Altyapıdan çıkan adam bana şans vermiyorlar diye yakınmayacak, zamana ihtiyacım var demeden çıkıp topunu oynayacak ve aynı Arda'nın yaptığı gibi kendini hemen kabul ettirecek.

Aksi taktirde takımdaki zayıf halkalara sürekli yenileri eklenir.

26 Şubat 2010 Cuma

I am a fan of the theater, my dear..



Çizgiyi çok çok eskiye çekebiliriz. Hastalığın tanımını çok daha erken koymuştuk biz kendi içimizde. Bugün buraya yazan diğer arkadaşların dediği gibi ama umudumuzu hiç yitirmedik. Hep bir ümit döndük geleceğe baktık. Gelecek dediğimiz de öyle çok uzun vade değildi. Bir doksan dakika, hadi çok iyi niyetliysek bir tur dedik Avrupa'da.
Çizgiyi o kadar eskiden çekmeyelim. Sorunun başını daha kısa bir zaman öncesinden belirleyelim, keza insanoğlu iyi şeyleri hafızasına kazırken kötü şeyleri çabuk unutur. Çok doğal bir savunma mekanizmasıdır. Yakın zamana bakalım. Kötü grafiğimizdeki son noktalardan birinden başlayıp devam edelim. Milli takımımız Güney Afrika'ya gidemedi. Şimdi dönüp konuşmak kolay tabi ama gidemeyeceğimiz çok belliydi. 3 büyüklerimiz Avrupa'dan elendi. Kulüp bazinda da farkli bir durum yok.
Harcanan paranın, verilen emeğin, beslenen umudun bu kadar da karşılığının alınmadığı bir durumda umudun hala bu kadar "positive feedback" döngüsüyle geri gelmesi inanılmaz. Bu noktada futbol endüstrisi yatıp kalkıp taraftara şükretmeli. Ve bu vefalı futbol taraftarına çektirdiği eziyete son vermek için somut adımlar üretilmeli. 15 senedir bitmeyen bir stad var. Aziz Yıldırım son seçimlerde taraftarlarına 3 şampiyonluk sözü verdi. Vizyonumuz, becerimiz bunlarla mi kısıtlı? Kıramayacak mıyız zinciri?
Ben dün akşam maçları izlemedim. Tiyatrodaydım. Şehir Tiyatroları'nın sergilediği "Cabaret" adlı oyunu izledim. Türkiye'de tiyatronun durumu da ayrı tartışmaların konusu. O tartışmaların detayına girmeden doğruluğunu kabul edersek, kaynak, ödenek yokluğunda dünyaca ünlü bir müzikali koymuşlar sahneye. Helal olsun demekten başka bir şey yok.
Ben kız arkadaşıyla tiyatro - maç kavgasında, maçtan yana olacak adamlardanım. Hani belki kavga çıkmasın diye tiyatro derim en iyi ihtimalle. Ama belki de önceliklerimizi gözden geçirmek lazım. Futbol belki de şımardı Türkiye'de. Dünya - Avrupa arenasında yediği tokatları "Yarabbi şükür yağmur yağdı" diyerek geçiştirecek yüzsüzlüğe geldi belki de. Belki de asıl tokatın seyirciden gelmesi lazım.
Yönetim istifa diye veryansinlarla değil, bilinçli organize hareketlerle.. Bu işi finanse eden, bu işin özü olan seyircilerin ipleri ellerine almasının vakti geldi. Bu iş dibe vurdu artık kanımca. Geçmişteki başarıların rahatlığı son kaçış yolumuz olduysa, top oynamaktan, oyun izlemekten bıktıysak ve de bizi bıktıranlar da salmışlarsa işi çayıra ya düzeltmek için bir şeyleri başlatmalıyız ya da dediğim gibi paraya aç bir sürü alternatif var. Kaynakları oraya yönlendirmeliyiz.
Son günlerde ekonomi haberlerinde çok gezen bir muhabbet var. Türkiye 2001 krizinden çok şey öğrendi, bugün bankalarımız, finans sektörümüz mevcut dertli zamanları iyi geçiriyor diye. Temel ve teknik konularda çok haklı bir söylem. Türkiye 2001de batti, çok ciddi reformlarla bugün geldiği noktaya geldi. Biz de bu sabah kalktığımızda şunu söyleyelim, 25/02/10da Türk futbolu battı, reforma gidelim. Bir düşünün bakalım,eğer ki artık futbolumuzun dibe vurduğunu kabul edip, kaliteyi yukarıya çekmeye, oyunu güzelleştirmeye karar verirsek neler neler yapabiliriz, neler başarabiliriz?




Hep umut tam umut


Pandora'nın, ümit duygusunu da kutusundan kaçırmamış olmasına üzülüyorum, çünkü hiç sevemedim bu duygunun bana hissettirdiklerini. Senelerdir gerçek olamayacağını bile bile Avrupa'da başarı beklerim Fenerbahçe'den, her sene bıkmadan usanmadan ümit ederim. Futbol bilgim yetse de izlediğim takımlardan çok daha kalitesiz bir futbol oynadığımızı ve tur şansımızın muhtemel rakiplerimiz karşısında çok düşük olduğunu anlamama, bir türlü engel olamıyorum beni her sene üzüntüye boğan, boş çıkan umuduma.

Çok acı Avrupa'da tek takımımızın bile kalmaması; marka olduğunu iddia eden, her sene Avrupa Kupası hedefleriyle yola çıkan Türk futbolu adına manidar.

Fenerbahçe Daum ile Avrupa'da hedef küçülttüğünü belli etmişti zaten. Daum'a da haksızlık etmeyelim, Fenerbahçe camiası Türkiye'deki başarıyı Avrupa'dakine tercih etme hastalığından kurtulamadı yıllardır. Fenerbahçe camiası Avrupa'daki başarısızlıklar yüzünden sadece Rıdvan'ı gönderdi şuana kadar, kaçan şampiyonluk için ise nicelerin kellesi uçtu.

Ali Sami Yen ise teknik taktik bir faciaya tanıklık etti. Allahtan Galatasaray istediğini elde edemedi, olası değildi zaten ama denk gelip olsaydı daha kahırlı günler beklerdi Galatasaraylıları. Arda forvet olurdu mesela, Barcelona ekolünün bayraktarlarından Hollandalı Rijkaard'ın İtalyana dönüşmeleri kalıcı falan olurdu.
Ne bir Türk takımı, ne bir Türk teknik direktör ne de önemli bir Türk futbolcusu organizasyonlarda ses getirebildi. Vizyonumuzun el verdiği oyun bu olunca, hak ettiğimiz derece de bundan fazlası olamaz zaten.

Fotoğrafa bakıp bir şeyler umut etmeyin, maçları izleyenler moral bulsun, kafa dağıtsınlar istedim.

25 Şubat 2010 Perşembe

Umut dünyası

Bir umut gittik maça. Umuyoruz ki Galatasaray seyirci desteğini arkasına alıp en azından bir 15 dakika baskı kuracak, biraz heyecan yaşayacağız. Taraftarlık hep bir hayalperestliği içinde barındırıyor galiba.

Forvete yine Arda konulmuş, top sanki ileride Hakan Şükür varmış gibi ona şişiriliyor. Top yapılamadığı için başka çare yok tabi. Ayağına gelen topu ileri Arda ve Keita'ya vuruyor. Ne yapacaklarsa onlar yapacaklar çünkü.

Sağ ve sol bekler kendilerine güvenemedikleri, ileri çıkarsam arkama adam kaçırırım diye düşündükleri için yarı sahayı geçemiyorlar. Mehmet Topal futbolunu yıllardır savunmanın 5 m önünde oynunor zaten. Mustafa Sarp'ın görevi ve yeteneği de oynamak değil rakibi bozmak. Kaç tane adam hücuma katılmıyor, sayamıyorum bile. Durum böyle olunca ileriye atılan her top duvardan seker gibi geri geliyor.

İkinci yarı başlayıp Atletico biraz daha top oynamaya gönüllü olunca GS hiç beceremeyeceği bir şeyi denemeye kalkıp skoru 0-0a bağlamaya kalktı, beceremedi de.

Geçen seneki stopersizlik fiyaskosundan sonra bu sene de santraforsuzluk fiyaskosu ortaya çıktı. O kadar alternatifsiz kaldı ki Rijkaard, alternatif yaratmaya da hiç çalışmadı. Bir şeylerin düzgün gitmediğini görmeli ve en azından bir şeyler denemeliydi. Sahada her an düşüp bayılacak gibi duran Arda'yı sola, Keita'yı veya en azından fizik gücü ve boyuyla defansla boğuşabilecek Mustafa Sarp'ı forvete çekebilirdi. Her koşulda Caner isimli yetenek özürlü gerizekalının çıkması gerekiyordu ki o kendi kendini çıkardı.

Rijkaard gibi bir adam futboldan anlamıyor yakıştırması yapmak çok saçma. Fakat buradaki 8 aylık kariyerine göre ben ona notumu verdim. Kötü giden bir maçı çevirecek hamleleri yapacak yetide değil bence ve sırf akıl yürüterek bile hamle yapması gerekirken yapmıyor. Her halde kenarda sağlam bir Baros ve Kewell olsa onları herkes gibi o da oyuna sokardı. Marifet herkesin kabiliyetlerinden maksimum fayda sağlayabilmekte. Tamam ona zaman verilsin de bu konuda daha bir olumlu yönünü göremedik Rijkaard'ın. Ancak bireysel yetenekler ortaya çıkarsa yol alıyor Galatasaray.

Şu ana kadar hakem hakkında bir şey demedim. Hakem yüzünden elendik demek Galataaray için gelecek adına doğru olmaz. Öncelikle şu fahiş kadro plansızlığının düzeltilmesi lazım. Bu tur geçilse de sonuna kadar gidemeyecekti Galatasaray, bunu tüm sezon boyunca herkes gördü zaten.

Bir de şu çizgide duran adamlar ne yapar, ben de herkes gibi anlamış değilim. UEFA daha çok hakem gezsin görsün Avrupa'yı, maç atmosferini solusun diye bir amme hizmeti başlattı her halde. 2 metre ötende olan şeyi de söyleyip hakem kararını etkileyemeyecekse orada bir üniformalı adamın daha ne işi var.

2. Amatör Ligi Futbolcusu

Caner, çok arzuladığı uzun GS kariyerine bugün itibariyle balta vurmuştur...

24 Şubat 2010 Çarşamba

Kadıköy'de hava açık

A Facebook entry: Haldun Üstünel şüphesiz Galatasaray' ın son senelerdeki en büyük transferidir. Rivayet odur ki eski bir yazıttaki şu sözler de zaten geleceğe işaret etmektedir; "O gün geldiğinde uzun saçlı koruyucu başa geçecek ve gökyüzünden yıldız yağacak; mor renkli bir kasırga tüm dünyayı etkisi altına alacak ve tüm tarlalar bahçeler tarumar olacak.”

Ruhani lider

Emre Belözoğlu’nun annemi küfretmişliği vardır. Yanımda 1000'den fazla arkadaşım olmasına rağmen tel örgüleri aşamamıştık Ali Sami Yen’de o gün. Hâlbuki ona hitaben yapılan “katil” tezahüratlarına katılmamış, tartışmıştım tribünle. Newcastle formasıyla Kadıköy’e geldiğinde her şeye rağmen gururlanmıştım. Yanlış anlaşılmasın, Allah biliyor hiç sevmiyordum adamı, Fenerbahçe’ye gelmesini de hiç istememiş, çubuklu formayı giymesine hiçbir zaman alışamam zannetmiştim. Gel gör ki, hakemle bıkmadan uğraşan, mütemadiyen çirkefleşebilen, sinirlerine hâkim olamayan, hastalıklı bir nefret figürü haline gelen Emre, aynı zamanda; her şeyini sahada verme çabasından dolayı devamlı kendini zorlama sakatlıkları yaşayan, son nefesine kadar mücadele eden, takım arkadaşlarını motive eden, Roberto Carlos’a bile hatasından dolayı çıkışan, yenilmekten nefret eden asi bir ruh, taraftarınca sevilesi çok olası bir adammış. Fenerbahçe’nin, mücadeleci ve savaşan bir takım olma çabasında önderliği üstleniyor. Birçok Fenerbahçeli engel olmaya çalışsa da kendine, takıma verdiği ruhtan dolayı her geçen gün daha çok seviyor Emre’yi.


Lanet olsun içimdeki insan sevgisine!

Üzülmeden edemiyorum bu garibe, sonra “bize kim üzülecek” diye sinirleniyorum kendi kendime.

İspanya'dan tuttuğunu getir

Türkiye’nin aksine güzel oyununun güzel oynandığı ve futbolundan zevk alamamanın zor olduğu coğrafyalardan biridir İspanya. Öylesine hızlı, öylesine istekli ve aynı zamanda o kadar soğukkanlı ve zekice oynandı ki Real Madrid – Villareal karşılaşması, gözümü ekrandan alamadım. Eğer bir seçim yapmam gerekseydi, futbolu kolayca sekse tercih edebileceğim zamanlardan biriydi.
Real’in “2nd Galacticos” devri kadrosu her geçen gün vites arttırıyor. Kaka, Ronaldo ve Higuan gibi yıldızların olağanüstü yetenekleri heyecan ve azimleriyle birleşince bir futbol resitali ortaya çıktı Pazar akşamı. Maçın büyük bir bölümünde kenarda ısınan Raul, genç bir oyuncunun oyuna girme heyecanını yansıtıyordu nasıl oluyorsa. Futbol hayatlarının sonuna gelmiş Pires ve Senna’nın mücadeleleri şaşırtırken zevk veriyordu. Süper Ligimizde frikik gollerine hasret kalmışken Ronaldo ve Senna’nın frikik gollerini canlı izleyebilmek çok değerliydi. İlk yarım saati 2-1 geçilen karşılaşma, daha sonra 3-1, 3-2 ve 6-2 oldu. Maç 3-1 devam ederken, 4. gol için saldıran Real Madrid’in Ronaldo’nun ayağından kaçırdığı mutlak golün dönüşünde, Villareal’in Pires-Nilmar ve Ruben‘in örgü gibi devam eden ve televizyon başındakilerin bile takip etmekte zorlandığı pas alışverişiyle 6 pasa kadar gelip gol bulmaları maçın seyrini değiştirebilirdi, ama olmadı. Orta sahada topu kaptırdıktan sonra, kaçınılmaz sonu hissetmiş gibi var gücüyle geriye koşan Senna’nın gelen golü yarım metre geride kaldığı için engelleyememesine ve yıkılmasına şahit olmak üzücüydü. Real’in gole doymak bilmez hırsının şova dönüşmesini ve son dakikalara kadar Villareal’in oyundan her şeye rağmen kopmaması izlemek ise büyük keyifti.

Bütün maç boyunca yenik durumda olan Villareal’in oyununu dikkatle izlemeye çalıştım, herhangi bir kupada 3 büyüklerimizden biriyle eşleşse, medya tarafından tur şansımız %51 olarak görülürdü hemen. Real Madrid’e 6-2 yenilen, istikrarlı, mücadeleci, her saniye pas yapan, teknik kapasitesi yüksek bu takım karşısında bana sorarsanız şansımız çok çok az olurdu.

Türkiye’den seç getir

Futboldan soğumamak ve keyif almaya devam etmek için Türkiye’de, Fenerbahçe-Bursa maçı gibi istisnalar dışında, izlemekten zevk alacağımız karşılaşmalar yok ne yazık ki. Anadolu takımlarının zevk veren mücadelelerinin Lig TV etkisiyle bu boyutlara ulaştığı artık o kadar aşikar ki, bir maçlık ağzımıza çalınan baldan öteye geçip futbolumuzun geleceğine dair ümit vermiyor kimseye.

FB-Bursa karşılaşması öncesinde üst kalite bir maç çıkacağını tahmin etmiş, Fenerbahçe’nin galip geleceğini ümit etmiştim; tahminlerim doğru, beklentilerim ise boş çıktı. Fenerbahçe maça tamamen konsantre olmuş ve inanmış şekilde sahaya çıkıp, Alex’in usta ayağıyla öne geçti. Vederson’un ortaya dönüşen şutuna Santos’un klas topuk dokunuşuyla farkı ikiye çıkardığındaysa, maçı kazanmak için sadece 5 dk.’ya ihtiyacı kalmıştı. Santos gol sevincinde biraz daha az dans etmiş ve konsantrasyonunu kaybetmemiş olsa, belki yenilen golde 1m daha önde olabilir, “En tehlikeli zaman gol attıktan sonraki ilk dakikalardır” kuralının Bursaspor gibi pes etmeyen bir takım karşısında normal olarak tasdiklenmesine seyirci olmamızı engelleyebilirdi. Özer Hurmacı’nın sakatlığı ve Bursa’nın futbolun cilvesiyle bulduğu beraberlik golü kırılma noktaları oldu. Yenilen son gol ise şoktaki bir takımın acemice, galibiyet için topyekun saldırmasının cezasıydı.

Oyuna Güiza’yla başlamak Daum’un karakteristik bir özelliğini tekrar ortaya koydu. Senelerdir izlediğimiz Alman teknik adamın kötü performans gösteren oyuncuyu bir sonraki maçta kestiği görülmemiştir. Bir güven göstergesi kendince, saygı duymak ama uygulamamak lazım.

Fenerbahçe şampiyonluk için yeterli futbolu oynuyor ama Daum’lu ilk senedeki gibi yeni takım olmanın zorluklarını yaşıyorlar. Christian, Santos, Mehmet Topuz, Bilica, Özer Hurmacı ve hatta Emre Belözoğlu bu takımın ilk 11’indeki yeni oyuncular. Takımın yarısından fazlası değişince, güzel futbol yakalanabilmesine rağmen galibiyet elde edecek tecrübeye sahip olunamıyor çoğu zaman. Ama heyecan ve mücadelenin üst düzeyde olduğu, bol pozisyonlu maçlar izleyebiliyoruz. Şampiyonluk adayım, ligin en iyi futbolunu oynamasına rağmen 3 haftada kaybettiği 7 puana inat, Fenerbahçe.

23 Şubat 2010 Salı

Kangren kol

Bugün gazetelerde Galatasaray'ın aldığı $70m kredinin haberlerini okumuşsunuzdur, okumayanlar için linki aşağıda.

http://www.milliyet.com.tr/galatasaray-dan-tarihi-kredi/spor/sondakika/23.02.2010/1202865/default.htm?ver=73

Adnan Polat yönetimi, Türk spor tarihinin en yüksek meblağlı kredisini almış bankalardan. Yönetim bu kredi ile Galatasaray Sportif A.Ş'nin hisselerini geri almayı planlıyormuş. Özhan Canaydın'ı çoğu Galatasaraylı sportif başarısızlıkları ve "aşırı centilmenliği" sebebiyle pek sevmez, fakat Faruk Süren ve Mehmet Cansun döneminde sportif başarılar sebebiyle gölgede kalan ticari başarısızlıkları Özhan Canaydın toparlamaya başlamıştır. GS Spor Kulübünü kar yapan ve zarar yapan iki şirkete ayırıp kar yapan şirketi AIG'ye satan eski yönetimin hatası, Özhan Canaydın döneminde düzeltilip bir şekilde tekrar Galatasaray bünyesine katılmıştır ki bu bile Özhan Canaydın dönemindeki sportif başarısızlıkları gölgede bırakır.

Adnan Polat yönetimi ise bu doğrultuda devam etmektedir. Galatasaray'ın gelirlerini arttırma yolunda attıkları kısa vadeli adımlar ve projeler bir yana uzun vadede de kulübün geleceğini inşa etmekteler. Bütün bu finansal iyileştirmelerle beraber de sportif başarıyı da amaçlıyorlar ki bunu da yaptıkları transferler ile gösteriyorlar.

Adnan Polat'ın da dediği gibi tünelin ucundaki ışığı gördü Galatasaray ve bu ışığın güneş ışığı olduğundan da eminler.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Guiza'nın göz yaşları


Futbol sahalarında uzun zamandır bu kadar üzgün, bitkin, yıkılmış gözüken bir kişi görmemiştim. Oyundan çıktıktan sonra kenara geldiğinde sanki bir yakınının ölüm haberini almış gibiydi Guiza.

Normalde bu kadar çok para kazanan, hem de gençliklerinde şan şöhrete sahip olan futbolcuların uzun süren kötü performanslarına rağmen halen desteklenmesine taraftar olmam. Çıkacak oynayacak futbolcu, oynamayamazsa yerine gelmeyi isteyen binlerce adam var dünyada, elbet daha iyisi bulunur.

Fakat söz konusu Fenerbahçe oyuncusu olduğu için ve her maç seyirciye saç baş yoldurttuğu için Guiza'ya üzüldüm. Ona destek verilmesine taraftarım. Yavaş yavaş Türkiye'ye alışıyor, zamanla daha iyi olacak ve Türk futboluna hizmette bulunacaktır.
Zaten zamanında Kezman'a olduğu gibi Guiza'ya da sahip çıkılacaktır. Guiza gibi değerler kolay yetişmiyor. Fenerbahçe kıymetini bilsin.

Bu arada gecenin tek ağlayanı Guiza değildi. Emre Belözoğlu yenilen üçüncü gol sonrası ağlayarak yere yığıldı ve ekran başındakilerin duyduğu zevk daha da büyüdü. Zira yakın tarihte Emre Belözoğlu kadar itici bir nefret figürünü hafızamı ne kadar zorlasam da çıkaramıyorum.