27 Şubat 2010 Cumartesi

Dwight Yorke


Would I give up the women and nights out for another year at United? Would that make me happy? Would that make me the person I am today? I’m not so sure.

Dwight Yorke dobra dobra konuşmuş. Sergen üslubunun tam tersi açıklamalar yapmış.

Hakemliğin kara çağı


2000lerin başında Avrupa'da hakemlik altın çağını yaşıyordu. Hem Galatasaray'ın Avrupa maçları, hem de Milli Takım'ın üst üste iki turnuvada çeyrek ve yarı final oynamasıyla o zamanın önemli hakemleri futbolcular kadar ünlü olmuştu. Pierluigi Collina, Markus Merk, Anders Frisk, Kim Milton Nielsen, Urs Meier, Vitor Manuel Melo Perreira gibi adamları UEFA herhangi bir maça atayıp gözü kapalı güveniyordu.

O zamandan sonra bu isimler yaş haddinden emekli oldu, hep en iyi hakemlerin çıktığı İtalya'da Calciopoli skandalı patlak verdi. Şu an gelinen noktada Şampiyonlar Ligi
2. turunun üç maçında çok fahiş hakem hataları oldu ve bu hatalar sonuca direkt etki etti. Eskisi her maçın altından kalkar diyebileceğim bir hapishane gardiyanı kılıklı Howard Webb var, o da İngilterede kuralların daha değişik yorumlanması nedeniyle Avrupa çapında çok güçlü değil.

Bu hakem kısırlığına nasıl çözüm bulunur belli değil. Fakat Fransa-İrlanda maçında yaşananlar gibi olaylar olunca haksızlığa ekran başındaki tarafsız seyirci de isyan ediyor ve futbolun tadı kaçıyor.

Turnusol Kağıdı


Altyapıdan çıkan oyuncular 21-22 yaşına geldiğinde halen kendini kabul ettirememişse kulüpler kendine turnusol kağıdı vazifesi görecek soruyu sormalı. Bu adam başka kulüpte oynasa dikkatimizi çeker, transfer etmek ister miydik?

Geçen sene yetersiz olduğunu bağıra bağıra gösteren Mehmet Güven sürekli şans buluyor ve onu sahada gören Galatasaray seyircisinin her seferinde asabı bozuluyordu. Uğur Uçar'ın son iki maçtaki performansını görünce aklıma Mehmet Güven mevzusu geldi.

"Camianın çocuğu, gözünü bu kulüpte açtı" gibi tabirlerle desteklenen, gençlere de şans verelim mantığıyla oynatılan bu adamlar takımda kalıcı olamayacağı yüzde yüz görülse bile şans bulamamalı. Büyük takımlar yetiştirme yurdu değil. Altyapıdan çıkan adam bana şans vermiyorlar diye yakınmayacak, zamana ihtiyacım var demeden çıkıp topunu oynayacak ve aynı Arda'nın yaptığı gibi kendini hemen kabul ettirecek.

Aksi taktirde takımdaki zayıf halkalara sürekli yenileri eklenir.

26 Şubat 2010 Cuma

I am a fan of the theater, my dear..



Çizgiyi çok çok eskiye çekebiliriz. Hastalığın tanımını çok daha erken koymuştuk biz kendi içimizde. Bugün buraya yazan diğer arkadaşların dediği gibi ama umudumuzu hiç yitirmedik. Hep bir ümit döndük geleceğe baktık. Gelecek dediğimiz de öyle çok uzun vade değildi. Bir doksan dakika, hadi çok iyi niyetliysek bir tur dedik Avrupa'da.
Çizgiyi o kadar eskiden çekmeyelim. Sorunun başını daha kısa bir zaman öncesinden belirleyelim, keza insanoğlu iyi şeyleri hafızasına kazırken kötü şeyleri çabuk unutur. Çok doğal bir savunma mekanizmasıdır. Yakın zamana bakalım. Kötü grafiğimizdeki son noktalardan birinden başlayıp devam edelim. Milli takımımız Güney Afrika'ya gidemedi. Şimdi dönüp konuşmak kolay tabi ama gidemeyeceğimiz çok belliydi. 3 büyüklerimiz Avrupa'dan elendi. Kulüp bazinda da farkli bir durum yok.
Harcanan paranın, verilen emeğin, beslenen umudun bu kadar da karşılığının alınmadığı bir durumda umudun hala bu kadar "positive feedback" döngüsüyle geri gelmesi inanılmaz. Bu noktada futbol endüstrisi yatıp kalkıp taraftara şükretmeli. Ve bu vefalı futbol taraftarına çektirdiği eziyete son vermek için somut adımlar üretilmeli. 15 senedir bitmeyen bir stad var. Aziz Yıldırım son seçimlerde taraftarlarına 3 şampiyonluk sözü verdi. Vizyonumuz, becerimiz bunlarla mi kısıtlı? Kıramayacak mıyız zinciri?
Ben dün akşam maçları izlemedim. Tiyatrodaydım. Şehir Tiyatroları'nın sergilediği "Cabaret" adlı oyunu izledim. Türkiye'de tiyatronun durumu da ayrı tartışmaların konusu. O tartışmaların detayına girmeden doğruluğunu kabul edersek, kaynak, ödenek yokluğunda dünyaca ünlü bir müzikali koymuşlar sahneye. Helal olsun demekten başka bir şey yok.
Ben kız arkadaşıyla tiyatro - maç kavgasında, maçtan yana olacak adamlardanım. Hani belki kavga çıkmasın diye tiyatro derim en iyi ihtimalle. Ama belki de önceliklerimizi gözden geçirmek lazım. Futbol belki de şımardı Türkiye'de. Dünya - Avrupa arenasında yediği tokatları "Yarabbi şükür yağmur yağdı" diyerek geçiştirecek yüzsüzlüğe geldi belki de. Belki de asıl tokatın seyirciden gelmesi lazım.
Yönetim istifa diye veryansinlarla değil, bilinçli organize hareketlerle.. Bu işi finanse eden, bu işin özü olan seyircilerin ipleri ellerine almasının vakti geldi. Bu iş dibe vurdu artık kanımca. Geçmişteki başarıların rahatlığı son kaçış yolumuz olduysa, top oynamaktan, oyun izlemekten bıktıysak ve de bizi bıktıranlar da salmışlarsa işi çayıra ya düzeltmek için bir şeyleri başlatmalıyız ya da dediğim gibi paraya aç bir sürü alternatif var. Kaynakları oraya yönlendirmeliyiz.
Son günlerde ekonomi haberlerinde çok gezen bir muhabbet var. Türkiye 2001 krizinden çok şey öğrendi, bugün bankalarımız, finans sektörümüz mevcut dertli zamanları iyi geçiriyor diye. Temel ve teknik konularda çok haklı bir söylem. Türkiye 2001de batti, çok ciddi reformlarla bugün geldiği noktaya geldi. Biz de bu sabah kalktığımızda şunu söyleyelim, 25/02/10da Türk futbolu battı, reforma gidelim. Bir düşünün bakalım,eğer ki artık futbolumuzun dibe vurduğunu kabul edip, kaliteyi yukarıya çekmeye, oyunu güzelleştirmeye karar verirsek neler neler yapabiliriz, neler başarabiliriz?




Hep umut tam umut


Pandora'nın, ümit duygusunu da kutusundan kaçırmamış olmasına üzülüyorum, çünkü hiç sevemedim bu duygunun bana hissettirdiklerini. Senelerdir gerçek olamayacağını bile bile Avrupa'da başarı beklerim Fenerbahçe'den, her sene bıkmadan usanmadan ümit ederim. Futbol bilgim yetse de izlediğim takımlardan çok daha kalitesiz bir futbol oynadığımızı ve tur şansımızın muhtemel rakiplerimiz karşısında çok düşük olduğunu anlamama, bir türlü engel olamıyorum beni her sene üzüntüye boğan, boş çıkan umuduma.

Çok acı Avrupa'da tek takımımızın bile kalmaması; marka olduğunu iddia eden, her sene Avrupa Kupası hedefleriyle yola çıkan Türk futbolu adına manidar.

Fenerbahçe Daum ile Avrupa'da hedef küçülttüğünü belli etmişti zaten. Daum'a da haksızlık etmeyelim, Fenerbahçe camiası Türkiye'deki başarıyı Avrupa'dakine tercih etme hastalığından kurtulamadı yıllardır. Fenerbahçe camiası Avrupa'daki başarısızlıklar yüzünden sadece Rıdvan'ı gönderdi şuana kadar, kaçan şampiyonluk için ise nicelerin kellesi uçtu.

Ali Sami Yen ise teknik taktik bir faciaya tanıklık etti. Allahtan Galatasaray istediğini elde edemedi, olası değildi zaten ama denk gelip olsaydı daha kahırlı günler beklerdi Galatasaraylıları. Arda forvet olurdu mesela, Barcelona ekolünün bayraktarlarından Hollandalı Rijkaard'ın İtalyana dönüşmeleri kalıcı falan olurdu.
Ne bir Türk takımı, ne bir Türk teknik direktör ne de önemli bir Türk futbolcusu organizasyonlarda ses getirebildi. Vizyonumuzun el verdiği oyun bu olunca, hak ettiğimiz derece de bundan fazlası olamaz zaten.

Fotoğrafa bakıp bir şeyler umut etmeyin, maçları izleyenler moral bulsun, kafa dağıtsınlar istedim.

25 Şubat 2010 Perşembe

Umut dünyası

Bir umut gittik maça. Umuyoruz ki Galatasaray seyirci desteğini arkasına alıp en azından bir 15 dakika baskı kuracak, biraz heyecan yaşayacağız. Taraftarlık hep bir hayalperestliği içinde barındırıyor galiba.

Forvete yine Arda konulmuş, top sanki ileride Hakan Şükür varmış gibi ona şişiriliyor. Top yapılamadığı için başka çare yok tabi. Ayağına gelen topu ileri Arda ve Keita'ya vuruyor. Ne yapacaklarsa onlar yapacaklar çünkü.

Sağ ve sol bekler kendilerine güvenemedikleri, ileri çıkarsam arkama adam kaçırırım diye düşündükleri için yarı sahayı geçemiyorlar. Mehmet Topal futbolunu yıllardır savunmanın 5 m önünde oynunor zaten. Mustafa Sarp'ın görevi ve yeteneği de oynamak değil rakibi bozmak. Kaç tane adam hücuma katılmıyor, sayamıyorum bile. Durum böyle olunca ileriye atılan her top duvardan seker gibi geri geliyor.

İkinci yarı başlayıp Atletico biraz daha top oynamaya gönüllü olunca GS hiç beceremeyeceği bir şeyi denemeye kalkıp skoru 0-0a bağlamaya kalktı, beceremedi de.

Geçen seneki stopersizlik fiyaskosundan sonra bu sene de santraforsuzluk fiyaskosu ortaya çıktı. O kadar alternatifsiz kaldı ki Rijkaard, alternatif yaratmaya da hiç çalışmadı. Bir şeylerin düzgün gitmediğini görmeli ve en azından bir şeyler denemeliydi. Sahada her an düşüp bayılacak gibi duran Arda'yı sola, Keita'yı veya en azından fizik gücü ve boyuyla defansla boğuşabilecek Mustafa Sarp'ı forvete çekebilirdi. Her koşulda Caner isimli yetenek özürlü gerizekalının çıkması gerekiyordu ki o kendi kendini çıkardı.

Rijkaard gibi bir adam futboldan anlamıyor yakıştırması yapmak çok saçma. Fakat buradaki 8 aylık kariyerine göre ben ona notumu verdim. Kötü giden bir maçı çevirecek hamleleri yapacak yetide değil bence ve sırf akıl yürüterek bile hamle yapması gerekirken yapmıyor. Her halde kenarda sağlam bir Baros ve Kewell olsa onları herkes gibi o da oyuna sokardı. Marifet herkesin kabiliyetlerinden maksimum fayda sağlayabilmekte. Tamam ona zaman verilsin de bu konuda daha bir olumlu yönünü göremedik Rijkaard'ın. Ancak bireysel yetenekler ortaya çıkarsa yol alıyor Galatasaray.

Şu ana kadar hakem hakkında bir şey demedim. Hakem yüzünden elendik demek Galataaray için gelecek adına doğru olmaz. Öncelikle şu fahiş kadro plansızlığının düzeltilmesi lazım. Bu tur geçilse de sonuna kadar gidemeyecekti Galatasaray, bunu tüm sezon boyunca herkes gördü zaten.

Bir de şu çizgide duran adamlar ne yapar, ben de herkes gibi anlamış değilim. UEFA daha çok hakem gezsin görsün Avrupa'yı, maç atmosferini solusun diye bir amme hizmeti başlattı her halde. 2 metre ötende olan şeyi de söyleyip hakem kararını etkileyemeyecekse orada bir üniformalı adamın daha ne işi var.

2. Amatör Ligi Futbolcusu

Caner, çok arzuladığı uzun GS kariyerine bugün itibariyle balta vurmuştur...

24 Şubat 2010 Çarşamba

Kadıköy'de hava açık

A Facebook entry: Haldun Üstünel şüphesiz Galatasaray' ın son senelerdeki en büyük transferidir. Rivayet odur ki eski bir yazıttaki şu sözler de zaten geleceğe işaret etmektedir; "O gün geldiğinde uzun saçlı koruyucu başa geçecek ve gökyüzünden yıldız yağacak; mor renkli bir kasırga tüm dünyayı etkisi altına alacak ve tüm tarlalar bahçeler tarumar olacak.”

Ruhani lider

Emre Belözoğlu’nun annemi küfretmişliği vardır. Yanımda 1000'den fazla arkadaşım olmasına rağmen tel örgüleri aşamamıştık Ali Sami Yen’de o gün. Hâlbuki ona hitaben yapılan “katil” tezahüratlarına katılmamış, tartışmıştım tribünle. Newcastle formasıyla Kadıköy’e geldiğinde her şeye rağmen gururlanmıştım. Yanlış anlaşılmasın, Allah biliyor hiç sevmiyordum adamı, Fenerbahçe’ye gelmesini de hiç istememiş, çubuklu formayı giymesine hiçbir zaman alışamam zannetmiştim. Gel gör ki, hakemle bıkmadan uğraşan, mütemadiyen çirkefleşebilen, sinirlerine hâkim olamayan, hastalıklı bir nefret figürü haline gelen Emre, aynı zamanda; her şeyini sahada verme çabasından dolayı devamlı kendini zorlama sakatlıkları yaşayan, son nefesine kadar mücadele eden, takım arkadaşlarını motive eden, Roberto Carlos’a bile hatasından dolayı çıkışan, yenilmekten nefret eden asi bir ruh, taraftarınca sevilesi çok olası bir adammış. Fenerbahçe’nin, mücadeleci ve savaşan bir takım olma çabasında önderliği üstleniyor. Birçok Fenerbahçeli engel olmaya çalışsa da kendine, takıma verdiği ruhtan dolayı her geçen gün daha çok seviyor Emre’yi.


Lanet olsun içimdeki insan sevgisine!

Üzülmeden edemiyorum bu garibe, sonra “bize kim üzülecek” diye sinirleniyorum kendi kendime.

İspanya'dan tuttuğunu getir

Türkiye’nin aksine güzel oyununun güzel oynandığı ve futbolundan zevk alamamanın zor olduğu coğrafyalardan biridir İspanya. Öylesine hızlı, öylesine istekli ve aynı zamanda o kadar soğukkanlı ve zekice oynandı ki Real Madrid – Villareal karşılaşması, gözümü ekrandan alamadım. Eğer bir seçim yapmam gerekseydi, futbolu kolayca sekse tercih edebileceğim zamanlardan biriydi.
Real’in “2nd Galacticos” devri kadrosu her geçen gün vites arttırıyor. Kaka, Ronaldo ve Higuan gibi yıldızların olağanüstü yetenekleri heyecan ve azimleriyle birleşince bir futbol resitali ortaya çıktı Pazar akşamı. Maçın büyük bir bölümünde kenarda ısınan Raul, genç bir oyuncunun oyuna girme heyecanını yansıtıyordu nasıl oluyorsa. Futbol hayatlarının sonuna gelmiş Pires ve Senna’nın mücadeleleri şaşırtırken zevk veriyordu. Süper Ligimizde frikik gollerine hasret kalmışken Ronaldo ve Senna’nın frikik gollerini canlı izleyebilmek çok değerliydi. İlk yarım saati 2-1 geçilen karşılaşma, daha sonra 3-1, 3-2 ve 6-2 oldu. Maç 3-1 devam ederken, 4. gol için saldıran Real Madrid’in Ronaldo’nun ayağından kaçırdığı mutlak golün dönüşünde, Villareal’in Pires-Nilmar ve Ruben‘in örgü gibi devam eden ve televizyon başındakilerin bile takip etmekte zorlandığı pas alışverişiyle 6 pasa kadar gelip gol bulmaları maçın seyrini değiştirebilirdi, ama olmadı. Orta sahada topu kaptırdıktan sonra, kaçınılmaz sonu hissetmiş gibi var gücüyle geriye koşan Senna’nın gelen golü yarım metre geride kaldığı için engelleyememesine ve yıkılmasına şahit olmak üzücüydü. Real’in gole doymak bilmez hırsının şova dönüşmesini ve son dakikalara kadar Villareal’in oyundan her şeye rağmen kopmaması izlemek ise büyük keyifti.

Bütün maç boyunca yenik durumda olan Villareal’in oyununu dikkatle izlemeye çalıştım, herhangi bir kupada 3 büyüklerimizden biriyle eşleşse, medya tarafından tur şansımız %51 olarak görülürdü hemen. Real Madrid’e 6-2 yenilen, istikrarlı, mücadeleci, her saniye pas yapan, teknik kapasitesi yüksek bu takım karşısında bana sorarsanız şansımız çok çok az olurdu.

Türkiye’den seç getir

Futboldan soğumamak ve keyif almaya devam etmek için Türkiye’de, Fenerbahçe-Bursa maçı gibi istisnalar dışında, izlemekten zevk alacağımız karşılaşmalar yok ne yazık ki. Anadolu takımlarının zevk veren mücadelelerinin Lig TV etkisiyle bu boyutlara ulaştığı artık o kadar aşikar ki, bir maçlık ağzımıza çalınan baldan öteye geçip futbolumuzun geleceğine dair ümit vermiyor kimseye.

FB-Bursa karşılaşması öncesinde üst kalite bir maç çıkacağını tahmin etmiş, Fenerbahçe’nin galip geleceğini ümit etmiştim; tahminlerim doğru, beklentilerim ise boş çıktı. Fenerbahçe maça tamamen konsantre olmuş ve inanmış şekilde sahaya çıkıp, Alex’in usta ayağıyla öne geçti. Vederson’un ortaya dönüşen şutuna Santos’un klas topuk dokunuşuyla farkı ikiye çıkardığındaysa, maçı kazanmak için sadece 5 dk.’ya ihtiyacı kalmıştı. Santos gol sevincinde biraz daha az dans etmiş ve konsantrasyonunu kaybetmemiş olsa, belki yenilen golde 1m daha önde olabilir, “En tehlikeli zaman gol attıktan sonraki ilk dakikalardır” kuralının Bursaspor gibi pes etmeyen bir takım karşısında normal olarak tasdiklenmesine seyirci olmamızı engelleyebilirdi. Özer Hurmacı’nın sakatlığı ve Bursa’nın futbolun cilvesiyle bulduğu beraberlik golü kırılma noktaları oldu. Yenilen son gol ise şoktaki bir takımın acemice, galibiyet için topyekun saldırmasının cezasıydı.

Oyuna Güiza’yla başlamak Daum’un karakteristik bir özelliğini tekrar ortaya koydu. Senelerdir izlediğimiz Alman teknik adamın kötü performans gösteren oyuncuyu bir sonraki maçta kestiği görülmemiştir. Bir güven göstergesi kendince, saygı duymak ama uygulamamak lazım.

Fenerbahçe şampiyonluk için yeterli futbolu oynuyor ama Daum’lu ilk senedeki gibi yeni takım olmanın zorluklarını yaşıyorlar. Christian, Santos, Mehmet Topuz, Bilica, Özer Hurmacı ve hatta Emre Belözoğlu bu takımın ilk 11’indeki yeni oyuncular. Takımın yarısından fazlası değişince, güzel futbol yakalanabilmesine rağmen galibiyet elde edecek tecrübeye sahip olunamıyor çoğu zaman. Ama heyecan ve mücadelenin üst düzeyde olduğu, bol pozisyonlu maçlar izleyebiliyoruz. Şampiyonluk adayım, ligin en iyi futbolunu oynamasına rağmen 3 haftada kaybettiği 7 puana inat, Fenerbahçe.

23 Şubat 2010 Salı

Kangren kol

Bugün gazetelerde Galatasaray'ın aldığı $70m kredinin haberlerini okumuşsunuzdur, okumayanlar için linki aşağıda.

http://www.milliyet.com.tr/galatasaray-dan-tarihi-kredi/spor/sondakika/23.02.2010/1202865/default.htm?ver=73

Adnan Polat yönetimi, Türk spor tarihinin en yüksek meblağlı kredisini almış bankalardan. Yönetim bu kredi ile Galatasaray Sportif A.Ş'nin hisselerini geri almayı planlıyormuş. Özhan Canaydın'ı çoğu Galatasaraylı sportif başarısızlıkları ve "aşırı centilmenliği" sebebiyle pek sevmez, fakat Faruk Süren ve Mehmet Cansun döneminde sportif başarılar sebebiyle gölgede kalan ticari başarısızlıkları Özhan Canaydın toparlamaya başlamıştır. GS Spor Kulübünü kar yapan ve zarar yapan iki şirkete ayırıp kar yapan şirketi AIG'ye satan eski yönetimin hatası, Özhan Canaydın döneminde düzeltilip bir şekilde tekrar Galatasaray bünyesine katılmıştır ki bu bile Özhan Canaydın dönemindeki sportif başarısızlıkları gölgede bırakır.

Adnan Polat yönetimi ise bu doğrultuda devam etmektedir. Galatasaray'ın gelirlerini arttırma yolunda attıkları kısa vadeli adımlar ve projeler bir yana uzun vadede de kulübün geleceğini inşa etmekteler. Bütün bu finansal iyileştirmelerle beraber de sportif başarıyı da amaçlıyorlar ki bunu da yaptıkları transferler ile gösteriyorlar.

Adnan Polat'ın da dediği gibi tünelin ucundaki ışığı gördü Galatasaray ve bu ışığın güneş ışığı olduğundan da eminler.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Guiza'nın göz yaşları


Futbol sahalarında uzun zamandır bu kadar üzgün, bitkin, yıkılmış gözüken bir kişi görmemiştim. Oyundan çıktıktan sonra kenara geldiğinde sanki bir yakınının ölüm haberini almış gibiydi Guiza.

Normalde bu kadar çok para kazanan, hem de gençliklerinde şan şöhrete sahip olan futbolcuların uzun süren kötü performanslarına rağmen halen desteklenmesine taraftar olmam. Çıkacak oynayacak futbolcu, oynamayamazsa yerine gelmeyi isteyen binlerce adam var dünyada, elbet daha iyisi bulunur.

Fakat söz konusu Fenerbahçe oyuncusu olduğu için ve her maç seyirciye saç baş yoldurttuğu için Guiza'ya üzüldüm. Ona destek verilmesine taraftarım. Yavaş yavaş Türkiye'ye alışıyor, zamanla daha iyi olacak ve Türk futboluna hizmette bulunacaktır.
Zaten zamanında Kezman'a olduğu gibi Guiza'ya da sahip çıkılacaktır. Guiza gibi değerler kolay yetişmiyor. Fenerbahçe kıymetini bilsin.

Bu arada gecenin tek ağlayanı Guiza değildi. Emre Belözoğlu yenilen üçüncü gol sonrası ağlayarak yere yığıldı ve ekran başındakilerin duyduğu zevk daha da büyüdü. Zira yakın tarihte Emre Belözoğlu kadar itici bir nefret figürünü hafızamı ne kadar zorlasam da çıkaramıyorum.

yeni İngiliz milli takım forması, Mutlu Akü..













Dün akşam BJK - GS maçından önce Man City - Liverpool maçı vardı. Reklam panolarında da yeni İngiliz milli takımı formasının ön sipariş reklamları.

Süper ligimizin süper derbisinde ise Mutlu Akü reklamları vardı.

Birçok şeye çeki düzen vermemiz lazım. Pazarlamamızdan, pazarlanacak ürüne kadar Türk futbolu harcanan paranın hakkını vermekten çok uzakta.

Geçici başarılarla, magazinsel kavgalarla, sahadaki mücadeleden memnun yorumcularla olduğumuz yerde bile sayamıyoruz.

Skoru bilmem ama maç kesin ÜST olur


Heyecanla beklemek parayla değil ya, bu maçı da heyecanla bekliyorum. Türkiye’nin en iyi kadrosu ile Türkiye’nin en istikrarlı kadrosu karşı karşıya geliyor. Geçen sene çok içten Sivas galibiyeti beklemiştim Kadıköy’de, belliydi çünkü Fenerbahçe'nin şampiyonluğa gidemeyeceği. Ama bu sene güzel bir maç sonunda, iyi oyunla rağmen 2 haftadır gelemeyen galibiyeti istiyorum Fenerbahçe’den.

Türkleştirebildiklerimizden misiniz?


Atletico Madrid ve Beşiktaş karşısında izlediğim Galatasaray beklentilerin çok uzağında. Altın eldiven edasıyla getirilen vasat Leo Franco’nun Madrid’de yediği gol içler acısıydı. Kaleye gelen top Juninho ve ya Ronaldo’nun efsane vuruş teknikleriyle çıkarcıkları bir şut olmadığı müddetçe, kapattığı köşeden gol yiyen hiçbir kaleciye katlanamam. Madrid’de maç boyunca tek bir organize atağı olmayan Galatasaray, Atletico savunmasının kronikleşmiş savunma hatalarından biriyle beraberliği kurtardı. Maç 1-0 bitse herkes memnun olacaktı halbuki, gazeteler “iyi ki daha fazla fark olmadı” kokan köşe yazılarıyla dolacaktı. Arada bir kulağıma çalınan “Türkiye” sesleri ve Simao’nun direkten auta giden şutu haricinde maçta hoşuma giden hiçbir şey olmadı. El Jezire Sport+2’den izlediğim için, maç zevkinin içine eden Arap spikerde cabasıydı.

Beşiktaş-Galatasaray maçını izlerken maçın özetinden sıkılmama değil, gelen bir eleştiriye takıldım. Heyecanla beklediğimiz maç özetini izleyen Cezayirliler, maçı, golleri gördükten sonra, “komedi” diye nitelendirdiler. Aslında fazla bir şey beklememek de gerekiyor. Sonuçta bu ligin son 2 haftasında şuana kadar oynanan 15 maçta 26 gol atılmış. Alt barajını 2’ye çeksek bile ÜST olmuyor ligimiz karşılaşmaları.

Beşiktaş zaten hiç beklentilerim olmayan, belki Türkiye Lig tarihinde eşi görülmemiş üzere ne Galatasaray ne de Fenerbahçe’nin ilk 3’e girebildiği bir sezonda aldıkları geçen seneki şampiyonlukla yetinmeleri gerekecek yıllarca. Son seçim sonuçlarını düşününce “kendi düşen ağlamaz”’dan başka bir şey söylemek gereksiz.

Galatasaray’ın sakatlıklardan doğan sorunlarını, “sonuçta sahaya 11 kişi çıkılıyor” diye abartılı Polyannacılıklarla geçiştirmek anlamsız, ama Arda’yı forvet oynatmak daha da yazık bir hareket. Belki biraz Ajax mantığıyla yaklaşmasını beklerdik Hollandalıdan. Hani şu yıldız takımlarında bile A takımındaki taktiğiyle oynayan, as kadroda bir mevkide oynayacak o mevkiinin adamı sakatlık ve ceza gibi çeşitli nedenlerden dolayı kalmadıysa, o eksiği A takımındaki rotasyonla değil, paf takımından A takıma çıkarılan o mevkiinin adamıyla dolduran mantık. Gerçi bizi biraz olsun Hollandalılaştıracağına ümit bağladığımız Rijkaard’ın gün geçtikçe Türkleştiğini fark etmemek için zorluyorum kendimi bu aralar.

Bu arada Rijkaard’a Galatasaraylılar ne kadar sitem etse haklarıdır. Genç bir yıldız alındı takıma, ümit vaat ediyor, ama ne Madrid ne İnönü deplasmanlarında denedi O’nu Hollandalı hoca. Giovanni Dos Santos’u sahada görmek istiyor artık taraftarlar!

21 Şubat 2010 Pazar

Yeteneksizsiniz


Şu an Türkiye'de yaşamıyor olsam her halde şu ligi hiç takip etmezdim. Çalışıyor olmanın ve boş zamanlarımı daha etkili değerlendirmeyi istemenenin etkisi olarak bir şeye zaman harcamadan önce daha çok düşünüyorum. Her hafta Galatasaray maçlarını daha az izlemem gerektiği sonucuna varıyorum ama bir türlü uygulamaya geçemiyorum.

Oynayan futbolcular, rakip takım, sezon başı, sezon ortası, sezon sonu hiç farketmiyor. Hep beraber Süper Lig bir yeteneksizlik gösterisi adeta. Herkes yapamadıkları şeyler konusunda birbiriyle yarışıyor. Özellikle Türk futbolcular nadir kaliteli yabancılar yanında yeteneksizlikleriyle çok sırıtıyor.

Futbolda sahadaki dizilişlerle çok fazla ilgilenmem. İyi bir takım dizilişlere, sahada o gün şu adam oynuyor bu adam oynamıyor gibi şeylerden çok fazla etkilenmeden çıkar topunu oynar. Bu kadar yer değiştirmenin çok olduğu bir oyunda 4-3-1-2, 4-2-3-1, vs. oynanan oyunun kalitesinde çok büyük değişikliğe yol açmaz.

Sonuçta takım olarak uyum ve bireysel beceriler güzel oyunu ortaya çıkarır. Bu konuda iki takım bu gece izleyene acı verecek kadar kötüydü.

Rodwell ve Emre Çolak

Futbolcular tüm dünyada genelde maddi anlamda çok rahat olmayan ailelerden geliyorlar. Bu durumun karakterleri ve saha dışındaki halleri üzerindeki etkisi bu yazının konusu dışında. Merak ettiğim şey, maddi sıkıntıların fizik güçleri üzerinde etkisi. Bir de altyapılarda fiziksel güce dayalı bir çalışma yapılıp yapılmadığı

Biri İngiltere'den, biri Türkiye'den iki genci örnek alalım. Dün Manchester United'a karşı güzel bir gol atan Jack Rodwell ve Galatasaraylı Emre Çolak.


Rodwell ağırlık çalışmalarını güzel bir şekilde sürdürmüş, 18 yaşına rağmen belli bir kalıba girmiş, gol attıktan sonra formasını çıkaracak kıvama gelmiş.



Bizim Emre Çolak ise omuzları düşük, yanakları çökük, küçüklüğünde her halde zaafiyet geçirmiş ve neredeyse üflesen uçacak bir vücuda sahip.

Aynı pozisyonda oynamasalar ve aynı tipte oyuncu olmasalar da aralarında bu kadar kalıp farkı olmamalı. Emre Çolak biraz daha yumuşak bir stile sahip olduğundan o kadar ağırlık çalışması tabii ki yeteneğini etkileyebilir. Onun yerine geçen sene birkaç maç oynayan ve o da her an sert bir rüzgar esse kırılacak gibi duran stoper Semih Kaya'yı örnek alabiliriz. Hiçbirinin fizik gücü yerinde değil.

Belki bu gençler çocukken iyi beslenemediler. Fakat 12-13 yaşına geldikten sonra kulübün altyapısına giriyorlar ve bundan sonra öyle bir sorun çok fazla kalmaması lazım. Bunun yanında ağırlık idmanını da yapmalılar ve 18-19 yaşında sahada artık ezilmeyecek kıvama gelmeliler.

Belki İngilizler çok domuz yiyor, Rooney, Rodwell gibi fiziği olan adamlar çıkması ondandır.

19 Şubat 2010 Cuma

Porto


Kulüplerimize asıl en güzel örnek: Porto. 2004'te Şampiyonlar Ligi'ni kazandıktan sonra hiçbir zaman özel bir takım olmadılar. Ama her sene en az son 16'da yerlerini alıyorlar ve çatır çatır mücadelelerini yapıyorlar. Belki güçleri yetmiyor daha yukarılara ulaşmaya ama en azından kaliteleri 2-3 gömlek aşağıda kalmıyor daha büyük takımlardan.

Transferi her zaman iyi beceriyorlar ve Güney Amerikalı yıldızların Avrupa'daki popüler ilk duraklarından biri oluyorlar. Diego, Luis Fabiano, Lucho Gonzalez, Lisandro Lopez, Hulk ve diğerleri. Para edecek adamı buluyorlar. Türk futbol seyircisine ikinci sınıf Avrupa Ligi maçlarını izlemek düşüyor.

Avrupa Ligi lağvedilsin


Dün akşam izlediğim iki maçtan sonra Avrupa Ligi'nin Avrupa futboluna ve futbol seyircisine hiç bir şey kazandırmadığına kanaat getirdim. Hatta şu turdan sonra bile kupaya devam edilmese kimse itiraz etmemeli.

Özellikle Atletico Madrid-Galatasaray maçı beni bu düşünceye itti. Aman Allahım, sanki hayatımın en uzun 90 dakikasıydı. Uzun süre sonra Galatasaray maçı izlemeye dışarıda bir mekana gittim. 60. dakika civarı eve dönmemek için kendimi zor tuttum. Mekandaki diğer insanlar da kendi aralarında muhabbete dalmışlardı ve ekrana ara sıra göz atıyorlardı. Skora çoktan razı iki takım futbolcuları bitse de gitsek modunda takılırken centilmenlik anlaşmasını Keita bozdu.

Caner'in zeka ve yetenek tutulması yaşadığı bir dakika sonrası- hoş yetenekli olduğu çok tartışılır- Leo Franco her zaman olduğu gibi kaleye iyi gelen bir topu içeri buyur etti. Vuruş ne kadar güzel olursa olsun ceza sahası köşesinden ve uzak direğe gelen bu topu almalıydı derken söz konusu Leo Franco olunca sözümü geri alıyorum. Sonrasında zaten yese skandal olacak pozisyonları bile zar zor kurtardı ve bugünkü gazetelere bir de baktım ki bir anda "Leo Franco iyi maç çıkardı" olmuş. Ömer Çatkıç'ı bile tercih ederim Leo Franco'ya.

Bu arada ben Giovani dos Santos kadar sahada iyi saklanabilen bir oyuncu görmedim. Oynadığı 55 dakika boyunca bırakın topa değmeyi, topun oynandığı kareye bile girmedi.
Keita'nın golünde hemen oracıkta bitiverdi ve gol sevincine dahil oldu, beğendim bu durumu, takım arkadaşlarıyla kaynaşmış.

Maç Şampiyonlar Ligi maçı olmayınca, şöyle bir Şampiyonlar Ligi marşı çalınmayınca, orta sahada bayrak sallanmayınca olmuyor galiba yahu. Futbolcular da iplemiyor maçı.
Vasat takımlar arasında kupayı en fazla ipleyen işi sonuna kadar götürüyor.

Lille-Fenerbahçe maçına gelince bence Deniz Barış'ın kariyerini ve Guiza'nın FB kariyerini özetleyen pozisyonlar yaşandı. İlk yarıda Alex'in kaptığı ve Guiza'ya aktardığı topta Ertem Şener garip bir şekilde heyecan yaptı, sesi yükseldi. Onun dışında istisnasız herkes Guiza'nın atamayacağını biliyordu ve beklenen oldu. Deniz ise etrafında kimseler yokken kafa atmak istediği topa omuz atınca yıllar yılı defalarca gösterdiği kazmalığı bir kez daha gözler önüne serdi.

Örneğin Deniz Barış-Gökhan Zan ikilisinin defansın göbeğini oluşturduğu bir takımın Barcelona deplasmanına gitmesi ihtimalini düşünüyorum, tarihe geçen maçlardan biri olurdu.

Onun dışında aynı Afrika Kupası maçı gibi bir maç oldu. Defans ile forvet arası 60 metre mesafe vardı, topu kapan yerini boşaltıp topu sürüp hücuma çıkıyordu, Bilica'nın bile yaptığı gibi. Sonunda maçın kalitesine yakışacak şekilde bireysel hatalardan goller geldi.

Burada 1-0 galibiyet yetecek olsa bile Lille gibi bir takım karşısında mağlup olmanın hiçbir olumlu tarafı yok. Aldığın sonuç bir üst seviyeye hazır olmadığını gösteriyor ki bu kadar harcanan paraya karşılık kabul edilebilir bir şey değil bu.

Tur şansları ile ilgili bir dahaki hafta bir şeyler karalarız.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Başarı garanti


Milletin ilgisini tekrar milli takıma çevirebilecek, herkesin sevebileceği dünyanın en saygın teknik direktörlerinden biriyle anlaşılmış. Heyecan ve anlayış kazandıracaktır milli takıma. Tebrikler, teşekkürler emeği geçenlere.

16 Şubat 2010 Salı

1-2-3-4


Bu başlığı görünce aklınıza neler gelebilir? Bir şeylerin sayıldığını, egzersiz sırasında koordinasyon açısından rakamların tekrarladığını ve ya bir şarkıya giriş startı verildiğini falan düşünebilirsiniz. Koç Özel Lisesi Okul Futbol Takımında görev almış sayılı kişiler haricinde kimsenin aklına bir futbol sisteminden bahsettiğim gelmez sanırım.
İlk duyduğunda inanması zor olsa da, çok sevgili beden eğitimi hocamız, eski milli atlet Taner Açıkada'nın, antrenman sırasında, eline geçirdiği bir sopayla kum sahamızın (bknz. foto) zeminine çizdiği gerçek bir futbol sistemidir 1-2-3-4. "1" sarkık liberoyu, "2" defans göbeğindeki 2liyi, "3" orta saha 3lüsünü, "4" ise ileri dönük 2 kanat oyuncusu ve 2 santrforu belirtir kısaca. Lise futbol turnuvaları dışında etkinliği olup olmadığını hep merak ettim bu taktik anlayışın. CM-FM'de denemelerimde gerçekçi bir şekilde alt liglerde çok işe yaradı ama üst düzeyde çuvalladı. Bu sisteme benzer "all attack" anlayışları, profesyonel futbolda '89 ve 2000 FB'lerinde gördük diyebiliriz. Yerel olarak başarılı süreçlerdi ama istikrar getirmedikleri de gerçek.
Futbol dünyasına bu sistemi kazandıran, bize her maç öncesi kazanmanın 2. amaç olduğunu hatırlatıp "fair play" vurgusu yapan, en sinirlendiği anda bile soğukkanlılığını kaybetmeyip en fazla "bok herifler" çıkışı yapan çok sevgili Taner Bey'e sevgiler, saygılar.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Teknik Adam Etkisi

Teknik direktörün, takıma olan katkısı konuşulmuştur hep. Futbol çok denklemli bir oyun ve bu denklemler somut olarak kağıda dökülemiyor. Belki de bu yüzden bu kadar çok seviyoruz futbolu, belirsizliği, anlaşılmazlığı.

Yıllardır yapılır bu geyikler, teknik direktörün takıma olan etkisinin %10 olduğunu iddia eden de vardır, %80 olduğunu da. Ben ise futbolun çoğu öğesi gibi bunun da elle tutulur bir rakam olarak verilemeyeceğini düşünenlerdenim, koşullara göre değişebilir bu yüzdeler. Aynı teknik adam farklı takımlarda farklı etkiler gösterebilir, takımların kültürlerinin farklı olması sebebiyle. Farklı teknik adamlar ise takım kültürü oturmuş belli kulüplerde üç aşağı beş yukarı benzer yüzde ile etki gösterebilirler, Barcelona gibi kulüplerde teknik adamın etkisi de belli bir yüzdeyle sınırlı kalır.


Konuyu bağlamak istediğim nokta Şenol Güneş'li Trabzonspor. Trabzon futbol ile yaşayan bir şehir. İnsanlarının anlık tepkileri belki de Trabzonspor'a zarar veriyor ama şehri böyle kabullenmek gerekiyor, zira taraftarları olmasa Trabzonspor'un da fazla anlamı kalmaz. Şenol Güneş geldikten sonra Trabzonspor mental anlamda çok ciddi değişim geçirdi. Taktiksel anlamda Ersun Yanal'ın 4-2-3-1 ve 4-3-3'üne benzer bir futbol oynadığı için o dönemde çok da farkı yok takımın oynadığı futbolun, fakat futbolcuların kendine güveni epey artmış durumda ki bunda Şenol Güneş etkisi hafife alınamaz.

2 sene önce Sadri Şener yönetimi başa geldiğinde köklü değişiklikler yapılacağının ve Trabzonspor'un geleceğinin kurulacağından bahsetmişlerdi, hemen ardından bu geleceği oluşturacak olan Ersun Yanal'ı başa getirdiler. Takıma 15in üzerinde yeni futbolcu katıldı ve bu kadar yeni adamın katıldığı bir takım için Trabzonspor o sene gayet de başarılıydı. Sezon sonuna doğru takımın şampiyonluk yolunda puanlar kaybetmesi, sabırsız taraftarın sabırsız yüzünü ortaya çıkardı ve takım strese girdi. Taraftar grupları, yerel medya vb güçler tarafından gelen bu tepkileri yönetmek ve bunları takıma yansıtmamak kolay iş değildi. Yönetim ise sezon başında gösterdiği vizyonu 1 sene bile devam ettiremedi ki Ersun Yanal'lı Trabzonspor bir yazı konusudur.


Özetle Şenol Güneş camianın çocuğudur, efsane kadronun kalecisidir ve Trabzonlu gençlerin idolüdür. Ersun Yanal'ın kurduğu ve takımın çekirdek kadrosunu oluşturan kadroya ve alıştıkları sisteme çok da fazla dokunmadan takımı canlandırmayı başarmıştır. Trabzonspor bu havasını devam ettirebilirse ve taraftarlar biraz daha sabredebilirse şampiyonluk bu sene bile hayal değil Trabzonspor için, bu kadar kötü üç büyükler olduğu sürece.

UEFA Avrupa Ligi


2000'deki UEFA Kupası zaferinden bu yana bu kupaya katılan tüm Türk takımlarının güya hedefi değişmedi. Kupayı kazanmak. Yakın geleckte bu olur mu olmaz mı konusundaki görüşümü hemen söyleyeyim, olmaz efendim.

Bir kere Türk kamuoyunda adı Barcelona, Real Madrid, Chelsea, Manchester United falan olmayan her takımı yenmeliyiz gibi bir beklenti var. İkinci olarak da Zenit kazandı, Shaktar kazandı biz neden kazanmayalım gibi bir düşünce var.

İlk başta mantıklı gelen Zenit, Shaktar'dan ne eksiğimiz var düşüncesi sahadaki görüntüye gelince geçerliliğini yitiriyor. O takımları izlediğinde Şampiyonlar Ligi'nde ilerilere gitme şansları olmasa da sahada ne yaptığını bilen, zaaflarını aza indirgemiş görünen, amiyane tabiriyle taş gibi takımlar var.

Mesela bu sene Rubin Kazan Barcelona'dan 4puan aldı ve tesadüfi bir 4 puan değildi bu. Bu kupada da ileri gitme şansları bence çok yüksek. Çünkü sağlam bir defansları var, topu hızlı ve direkt bir şekilde ileri taşıyabiliyorlar ve tam bu oyuna uygun tipte hızlı dribling kabiliyeti yüksek forvetleri var. Her şeyleri iyi olmasa da süratli top oynayabiliyorlar ve bu günümüz futbolunda sürpriz yaratabilmeyi getiren en büyük silah.

Galatasaray'a bakarsak, kaleye her iyi gelen topu içeri alan bir kalecisi, Necati Ateş ile bile başedemeyen ağır bir defansı, teknik olarak olgunlaşmamış ve olgunlaşamayacak düz orta saha oyuncuları ve santraforsuzluğu var.

Fenerbahçe daha oturaklı bir görüntü verse de şu anda sakat olan defansın temel direği yok, yardımcısı Bilica baş rol oyuncusu kıvamında değil, kaleci Volkan her an takımı yakabilir, santraforlar saç baş yolduruyor ve takım her Türk takımı gibi tempo yapamıyor.

Hep negatif yönleri öne çıkardın, GS ve FB'nin hiç mi silahı yok denilebilir. Kendimizi dev aynasında görmeyelim, rakiplerin de maçıbir çırpıda bitirecek silahları var. Lille'i çok fazla tanımadığım için bu yorum onlar için geçerli diyemem. Perşembe gecesi Atletico ilk 15 dakikada 2-0 yapsa skoru, kim şaşırır.
Bribirine denk güçte görünen takımların maçlarında belirleyici olan taraf genelde bir tarafın eksiklikleri, zaaflarıdır.

Galatasaray'ın Atletico maçıyla ilgili umudum tabii ki var. Fakat maç başlayınca "Tabii ya, başka bir şey mi bekliyordum" diyeceğim diye hissediyorum.

Lille-Fenerbahçe maçı için Fenerbahçe grup maçlarındaki gibi bir maç çıkarıp iyi bir sonuç çıkarabilir.

13 Şubat 2010 Cumartesi

Daha neler?


Beyaz perdeden sonra simdi de tiyatro sahnelerinde Eric Cantona. Çabucak kabul edilebileceği ve herkesi gülmekten koparacağı bir rol üstlenmemiş hem de. Karısının yönettiği tiyatro oyununda göçük altında kalmış iki adamdan birini oynayan Cantona, "Tutkuya bayılıyorum. Her zaman yeni şeyler denemek ve bazen de kendimi tehlikede hissetmek istiyorum. Hedefim hep aynı, zevk almak. Zevk almak için kendine güven gerekir, bu da yalnızca çok çalışarak elde edilebilecek bir şey" diye açıklamış bu oyunda neden sahne aldığını.
Manchester United ve Fransa Milli Takımı'nda başarıyla mücadele etmiş, 12 filmde rol almış, 2 kitap çıkartmış bu pes etmeyen harikulade adam daha neleri başararak karşımıza çıkacak merakla bekliyorum.


Kış Olimpiyatları


Zamanında Alp disiplini kayak, biatlon, artistik patinaj, kayakla atlama, vs. bir sürü kış sporunu takip ederdim Eurosport'tan. Kış Olimpiyatları heyecan verici bir aktiviteydi benim için. Sonra zaman akıp gitti, her insanda olduğu gibi daha az şeyi takip edebilme, zamanın yetmemesi, boş zamanlarının bir çırpıda geçmesi gibi şeyleri yaşar oldum.

Fotoğraftaki olaya tanıklık edememiştim. Bundan 22 sene önceydi ve hayal edilmesi bile absürd bir şeydi. Jamaika'nın Olimpiyatlar'da yarışan bir Bobsleigh takımı vardı. Sonra 1998'de Hermann Maier'in saatte 100 km hızla giderken aşağıda göründüğü gibi yere paralel gelişine tanıklık ettim. Bir sporcunu yarışma esnasında başına gelebilecek en korkunç durumlardan biriydi. Arabanı 100 km/saat hızla duvara toslamak gibi bir şeydi o kaza.



Kısaca söylemek gerekirse fırsat buldukça Olimpiyatları izleyin, sporun yıllar geçse de akılda kalan büyülü anlarına tanık olabilirsiniz.

11 Şubat 2010 Perşembe

Şubat ateşi


2.5 aylık bir aradan sonra Avrupa Kupaları'nda mücadele bir dahaki hafta tekrar başlayacak. UEFA Şampiyonlar Ligi maç programını ikiye bölüp 4 haftaya yayınca her hafta Star TV izin verirse maç izleyeceğiz. Hem de Star'ın güzel maç seçememe mallığı da bir nebze ortadan kalkacak.

Eşleşmelere baktıkça yine ikinci tur klasiği olarak iki tane İtalyan-İngiliz eşleşmesi görüyoruz. Yıllardır bırakın maç kazanmayı, İngilizlere karşı doğru dürüst gol bile atamayan İtalyanlar yine tokatlanacak mı?

Evet yine tokatlanacak. Bu sene özellikle Inter bir aşama kaydetti ve son sekize kalmayı hak eder bir futbol oynuyor. Milito, Pandev, Eto'o ve Sneijder transferleriyle en önemli sorunları olan çabukluk ve İngilizler'in temposuna ayak uyduramama sorununu hallettiler. Eskiden o kadar yavaşlardı ki, İngilizlerin yanında veteran takımı gibi kalıyorlardı. 2008'de Liverpool'a, 2009'da Manchester United'a karşı 4 maçta hiç gol atamayıp 5 gol yiyerek elendiler. Chelsea'ye karşı bu sefer daha iyi bir sınav verecekler fakat bence yine yetmeyecek. Chelsea'nin duran top zaafını değerlendirip erken gollerle öne geçerlerse durum değişebilir. Arsenal ve Manchester United'a karşı daha şanslı olurlardı. Chelsea'yi Barcelona'yı durdurabilecek tek takım olarak görüyorum.

Milan ise Inter maçında görüldüğü üzere bu seviyedeki takımlarla baş edebilecek güce sahip değil. Manchester'a karşı maçların güzelliği David Beckham'in ilk kez eski takımına karşı oynamasından başka bir şey olmayacaktır.

Bu maçların dışında diğer eşleşmelerde şanslı tarafın hangisi olacağı konusunda herkes hemfikirdir. Arsenal Porto'ya, Bayern Fiorentina'ya, Real Lyon'a, Barcelona Stuttgart'a, Bordeaux Olimpiakos'a, Sevilla da CSKA'ya karşı şanslı. Gerçi büyük ligler haricindeki takımları ne kadar takip ediyoruz da yorumlarım sağlıklı olsun.

Sürprizi ben Porto'dan bekliyorum yine de. Wenger bir daha morarsın. Hulk Gallas ile Vermaelen'i kafa kafaya tokuştursun. Wenger de çıkıp futbolu çirkinleştirdiler desin.

Darko Kovacevic


"Fenerbahçe Yugoslavya topraklarında bir kültürdür. Benim için de, bir gün Fenerbahçe formasıyla Galatasaray’a gol atmak en büyük arzulardan biri.”

Bu isteğini gerçekleştirmesi artık çok zor ama eğer gelmiş olsaydı; hiç şüphesiz, açıklamaları, hırsı ve piçliği sayesinde Fenerbahçe taraftarının sevgilisi olurdu.

oha fenerbahçe


8 Haziran 1983, bu tarih takımlarının Türkiye Kupası'nı en son kazandığı tarih olması bakımından Fenerbahçeliler için çok özel. Ben de annemin karnındayken belki bir şekilde hissetmişimdir sevinç gösterilerini. Herhalde en az 27 sene daha göremeyeceklerini bilseler 40 gün 40 gece tadını çıkara çıkara kutlarlardı zavallılarım.
200 küsür futbolcu, 20'ye yakın teknik direktör, 7 tane de başkan görememiş bu kupayı, ben görememişim çok mu?

10 Şubat 2010 Çarşamba

Mevduat Sınırlamasına Sert Tepki

Geçtiğimiz günlerde medyada, Türk Bankacılık Sistemine mevduat sınırlaması getirilmesinin hükümentin gündeminde olduğu ile ilgili haberler yer almıştı. Bu haberlere göre herhangi bir banka, bankacılık sisteminde bulunan toplam mevduatın %10'undan fazlasını toplayamayacak, böylece olası bir krizde bankaların batması durumunda, temerküzün bir miktar önüne geçilmiş olacaktı. Bankalar Birliği Başkanı ve Türkiye İş Bankası A.Ş.'nin Genel Müdürü Ersin Özince, bu düzenleme ile ilgili hükümetten kendilerine herhangi bir bildirim olmadığını ifade ederek düzenlemenin bankalara zarar vereceğinin, ülkemizde ki bankacılık sisteminin henüz gelişmekte olduğunu ve yeterince derin olmadığını belirtti ve uygulanmasının yanlış olacağına dair görüş belirtti. Bu açıklamanın ardından Başbakan Yardımcı Babacan böyle bir düzenlemenin düşünülmediğini açıklayarak, zaten bu durumun gerçekleşeceğine çok prim vermeyen bankacılık sektörünün "güya" rahatlamış oldu.

1-2 belli, 3.kim?


Şampiyonluğun mutlak 2 adayı fb ve gs puan kaybetti geçen hafta ve diğer takımlar puan farkını biraz kapattılar. Ya bu hafta ya bir daha ki hafta arkadakiler puan kaybeder ve 2 büyükler kazanır. Şampiyonlar ligine el ele giderler sezon sonunda. Bu sene kimse hayal kurmasın.
Çok ciddi bir 3.lük mücadelesi olur yalnız. İsteğim Bursa, favorim Trabzon.

Sarı-Kırmızı-Sarı-Kırmızı, Yeşil ne zaman Kayseri?


Nefret ediyorum, nasıl bu kadar övüldüğünü anlayamıyorum Tolunay Kafkas'ın. Her maçı alt biten bir takımın futbolu nasıl beğenilir. Bir de bu takımın santraforunun gol krallığı yarışında lider olduğunu bilmezler gibi, gol sorunu var diye birazcık eleştiriyorlar. Kardeşim biri anlatsın şu aşırı Anadolu takımı sever arkadaşlara, sorun gol sorunu değil, gol atmaya çalışan takımda olur gol sorunu, yememeye çalışanda ki mantalite sorunudur. Mantalite sorunu olan da başarılı olamaz. Beşiktaş'ın geçen seneki şampiyonluğu abuk bir istisnadır.

Gözün gördüğü


“50 bin taraftarın baskısı altında kalmadım, bak tak diye attım Mehmet Topuz’u”

Psikolojik bir gerçek vardır. Eğer bir şeyi yapmamayı kafaya taktıysanız, yapmak istediğiniz şeyi de yapamazsınız. “Seyirciden etkilenmemeliyim” saplantısı bazen asıl amaç olan adil yönetimden uzaklaştırıyor hakemleri.

Umalım Mehmet Topuz’un 2 maçlık cezası sağduyulu bir organdan dönsün. Gerçi bu ülkede kafanı keserim işareti yaptı diye, adam öldürmeyi tasarlama ve tehdit suçlarından 3 maç ceza alan bir Emre gördük, 55bin seyirci önünde “senin belanı s.kerm” diyerek adamın üstüne yürüyenler ceza almazken. Neden, çünkü öldürmek suç, tecavüzden zevk de alınabilir mi?

Televizyonda gözüken her şey adilce cezalandırılsın ve adaletsiz kartlardan görüntüler sayesinde dönülsün, tek ve basit isteğim budur.

“benim öyle kızım yok”


Yapmayı beceremediğimiz şeyler vardır, benim için affetmek bunlardan biri. Bir arkadaşımın, sevgilimin ya da takımımın futbolcusunun benim için affedilmez bir hata yapması çok olasıdır ne yazık ki, çünkü çoğu hatayı affetmem, affedemem, hep aklımda kalır. Gurur falan duymuyorum ama böyle işte. Genelde Türk İnsanı da böyledir biraz. Affetmemek hoşumuza gider(bknz. Başlık)

Takımımın formasını sinirle yere atan adamı, ben üzülürken eğlenen topçumu, Galatasaray’ı yenmemizi salakça engelleyen Erol Bulut’u, aşırı ahlaksızlık yapıp kendini rezil edeni sonsuza kadar affetmem. Varsın başka takımda oynasın, O’nun getireceği başarıları isteyemem.

İsterdim affedici olmayı, ama olamıyorum. Doğrusunu İngiltere’de yapmış adamlar işte, her hatanın insanlar için olduğunu çok iyi kavramışlar. John Terry, tahmin ettiğim üzere sadece Milli Takım kaptanlığından oldu, arkadaşının kız arkadaşı aynı zamanda karısının da arkadaşı olan kadını hamile bıraktığı skandalı ortaya çıktıktan sonra.

Özeniyorum vallaha. Tabi John Terry bu rahatlıkla Abramovic’in sevgilisini (bknz. resim: daria zhukova) falan becerirse ilerde çok gülerim, rahatlarım; o ayrı.

9 Şubat 2010 Salı

Çıkmış dokuza inmez sekize


Adın bir kere çıktığında durumu düzeltmek pek kolay olmuyor tabi. Bir mağlubiyet, bir kötü oyun, ardından haberler hep aynı. "Alemdeydi."

İnter Milan'ı tokatlayınca Ertem Şener'in büyük aşkı Ronaldinho ile ilgili hemen "maçtan üç gün önce alemdeydi" haberi çıkmıştı. İnsaflı davranmışlar, alemden direkt idmana aktı dememişler.

Ronaldinho da kendi internet sitesinde iddiaları yalanlamış tabii. 2006'da dünyanın zirvesindeyken o göbeği yapmayacak, sahneyi Messi ile Ronaldo'ya bırakmayacaktın Ronaldinho. Şimdi hep ağzınla kuş tutmak zorundasın.

Warren Buffett


You can't keep money around for ever. It's like saving sex for your old age.-Warren Buffett

8 Şubat 2010 Pazartesi

Ryan Giggs


I like the intense atmosphere where we are not just playing the team, we are playing their fans as well. I've never experienced anything like Galatasaray. Two hours before kick-off, we went out to have a look at the pitch and the stadium was packed! The chanting was brilliant: one side starts, then the other, then quiet, then all of them chanting! The players really enjoyed it. Before it was good, after it wasn't!"- Ryan Giggs

Son Kale

Bu adamlar resmen geyik yapıyorlar. Futbol programı değil bu, tamamen reality show! Herkesin rolü program öncesinde belirlenmiş, hiçbir konuda aynı fikirde olunmayacağı, her konuda polemik yaratılacağı...

Bir anektod:

Ahmet Çakar: Eyyyy Reha, bahtsız bedeviyi çölde kutup ayısı öper
Reha Muhtar-Serhat Ulueren: Hıhıhhııhhıh (hınzır gülüş)